HÂŞİMÎ EMÎR OSMAN |
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. 919 (m. 1513) senesinde Sivas’da doğdu. 1003 (m. 1594) senesinde İstanbul’da vefât etti. İstanbul’un Kâsımpaşa semtinde bulunan dergâhının bahçesine defnedildi.
Hâşimî Emîr Osman, küçük yaşta ilim öğrenmek için İstanbul’a geldi. Sahn-ı semân medreselerinde ilim tahsil etti. Bu arada nerede bir tasavvuf büyüğünün adını duysa, hemen oraya gider, o zâtın sohbetlerinde bulunurdu. Bu sırada bir gece, rü’yâsında Hazreti Ali’yi (radıyallahü anh), elinde Zülfikâr olduğu hâlde gördü. Hazreti Ali ona; “Oğlum! Umman erlerini istersen, Vize’ye gel. Beni orada bulursun” buyurdu. Osman Efendi uyanınca derhal yolculuk hazırlığı yaptı. Vize’ye gitmek için yola çıktı. (Vize, Kırklareli’nin bir kazasıdır). Vize’ye varması, güneşin doğma zamanına rastladı. Bu sırada, güneşin doğduğu taraftaki kırmızılığı seyretmekte olan bir zâtı gördü. Bu zât Emîr Osman’a; “Ey Emîr! Eğer Ali’yi ister isen, işte Ali benim. Fakat şimdi süvari değilim” buyurdu. Bunun üzerine Emîr Osman rü’yâsını hatırlayarak; “Fakat efendim, rü’yâda gördüğüm zaman onun Zülfikârı vardı” deyince, o zât belindeki kemere bağlı bulunan tesbihi çekmesi ile tesbih Allahü teâlânın izni ile Zülfikâr şeklini aldı. “İşte evlâdım! Bizim Zülfikâr’ımız budur” dedi. O sırada Emîr Osman düşüp bayıldı. Kendine geldikten sonra, o mübârek zâtın hizmetine girdi. Bu zât Şeyh Alâüddîn Ali Efendi idi.
Hâşimî Emîr Osman, Şeyh Alâüddîn Ali Efendi’nin dergâhında uzun bir zaman kalarak tasavvuf yolunun edeblerini öğrenmek için gayret gösterdi. Bu arada, Şeyh Gazânfer Efendi’nin kerîmesi ile evlendi Şeyh Ali Efendi vefât edince, Gazânfer Efendi, halîfesi olarak onun yerine geçti. Gazânfer Efendi’nin vefâtından sonra, Emîr Efendi İstanbul’a gitti. Nûreddîn-zâde dergâhında misâfir olarak kaldı. Nûreddîn-zâde’nin talebeleri her sabah gördükleri rü’yâları hocalarına anlatırlardı. Bu arada Emîr Osman Efendi’nin hiç rü’yâ anlatmaması hayret mevzûu olduğu sırada, Emîr Osman Efendi rü’yâsında Fahr-i âlem efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Mübârek ellerinde bulunan yeşil renkli üç yapraklı taze ayvayı, Nûreddîn-zâde’ye verilmek üzere verdiler. Sabah olunca Nûreddîn-zâde; “Ey Emîr” Sen hiç rü’yâ görmez misin? Zîrâ ta’bir için bize müracaat etmiyorsun” dedi. O zaman Emîr Osman Efendi, rü’yâda Nûreddîn-zâde için verilen üç yapraklı ayvayı hırkasının altından çıkarıp; “Efendim! işte fakirinizin rü’yâsı” diyerek ayvayı takdim etti. Bunun üzerine Nûreddîn-zâde; “Ey Emîr! Artık senin bize ihtiyâcın kalmadı, iki arslan bir postta olmaz. Var artık kendi postuna sahip ol” diyerek icâzet verdi. Emîr Osman Efendi bu emre uyarak, Kâsımpaşa’daki dergâhını inşâ ettirdi. Burada Hak taliplerine ve ilim öğrenmek istiyenlere ders verdi.
Emîr Osman Efendi’nin bir tarîkatnâmesi vardır. Nazm halindedir. Hâşimî mahlasını kullanmıştır. Ayrıca küçük bir dîvânı da vardır. Silsile-i nesebleri hakkındaki yazdığı nazm gayet ârifânedir. Bir kısmı şöyledir;
Hâşimîyim hem fakirim, müctebâdır sevdiğim,
Âl ve evlâdı Muhammed Mustafa’dır sevdiğim,
Âl ve evlâdı Muhammed Mustafa’dır sevdiğim,
Çıhâr-ı yâr pâk-ı gevher Ümmehât-ı mü’minîn,
Suffe-i ashâb-ı yârân-ı vefadır sevdiğim.
Suffe-i ashâb-ı yârân-ı vefadır sevdiğim.
Hocasını şöyle medheder:
Pîrim sultân-ı evliyâ, Kerem etmiş sübhân sana.
Bu can sana nesnedir, Feda yüzbin cihan sana.
Bu can sana nesnedir, Feda yüzbin cihan sana.
Sen ol üçlerin birisin, içlerinde serversin.
Evliyânın rehberisin, Kamûsı mihribân sana.
Evliyânın rehberisin, Kamûsı mihribân sana.
Bahru ışka gönül daldı, Ma’rifet kânını buldu.
Haşîmî gerçeğe erdi, Yeter bu din îmân sana.
Haşîmî gerçeğe erdi, Yeter bu din îmân sana.
Rahmet kapısını açarız, Âleme, nûrdan saçarız.
Onunla konar göçeriz, Dost ili bizim ilimiz.
Onunla konar göçeriz, Dost ili bizim ilimiz.
Başka bir şiiri:
Merd isen meydân-ı ışkda can verip cânânı gör,
Sâdık isen ışk içinde iste bul sultânı gör.
Sâdık isen ışk içinde iste bul sultânı gör.
O sana senden yakın, sen olma gel O’na ırak,
Kesreti ko vahdeti bul, ma’nâ-yı irfân-ı gör.
Kesreti ko vahdeti bul, ma’nâ-yı irfân-ı gör.
Beytlerinden ba’zıları şunlardır:
Şol kişi kim, can-u dilden Rabbini eyler taleb,
Hiç ola mı kim muradın vermeye ana Çalap.
Hiç ola mı kim muradın vermeye ana Çalap.
Sen hemân ânın yolunda cid ile cehd edegör,
Damın maksûde çün vermek diler, çek ta’b (zahmet).
Damın maksûde çün vermek diler, çek ta’b (zahmet).
Bâde-i iş ki ezel camımdan içdikse eğer,
Mest-i aşk oldun sana lâzım değil mâ-i ineb (üzüm suyu).
Mest-i aşk oldun sana lâzım değil mâ-i ineb (üzüm suyu).
Âkıl isen rızk için gerdûn-u dûna eğme ser,
Âsyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar.
Âsyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar.
“Aklı başında bir insan isen, bir lokma ekmek için şu dönek tabiatlı ve âdi dünyâ ehline baş eğip muhtaç olma. Git, değirmen gibi, sen de ekmeğini taştan çıkar. Alnının teriyle kazan ve kimseye minnet etme!”
Yûsuf dahi olsan düşürürler seni çâha,
Ebnâyi zamanın işi ihvana cefâdır.
Ebnâyi zamanın işi ihvana cefâdır.
“Zamanımızın insanlarının işi gücü dâima halka, yakınlarına ve kardeşlerine kötülük ve eziyet çektirmekten ibârettir. Hattâ kusursuz ve en iyi kalbli bir insan bile olsan seni de yok etmeğe çalışırlar. Tıpkı kardeşlerinin, Hazreti Yûsuf’u (aleyhisselâm) kuyuya attıkları gibi...”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 324
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 188
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlamanız beni sevindirecektir